gamyun.net'i doğru görüntüleyebilmek için tarayıcını güncellemelisin, güncelleyemiyorsan başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsin.

BLOG

Dünya Senin Aslında, Sadece Onu Değiştirmeni Bekliyor

07 Temmuz 2016, 14.55
A- A+

Reklama neden ihtiyaç duyduk? Rekabetin artması için mi, kaliteyi ön plana çıkartmak için mi, veya kara kıta Afrika ile dünyanın müreffeh kıtaları arasındaki uçurumun artması için kapitalizmin babaları tarafından bize tavsiye edilen bir saçmalık olduğu için mi? İnsanların komplekslerini, egolarını ve/veya nefislerini hortlatan, yakalanması gereken 'standart' kurallara merdiven olarak bize dayatılan ve acaba kara kıtayla aramızın iyice açılmasını sağlayan bir barbarlık mıdır bu reklam sektörü?

Elimizde var olan bir ürünün 10 birim altındaki nesnelliğine bile sahip olamayan insanlar yaşadığımız dünyada eğer mevcut iseler; bizim onlara karşı olan duyarlılığımızı köreltmek için uydurulmuş bir sektördür bana göre. Bu sektörden kaç ailenin ne kadar ekmek yediği bu noktada benim için hiçbir şey ifade etmiyor ki. Dünyaya zarar vermeyecek birçok meslek dalı pekala icat edilebilinir. Bir insan, vicdanını ve aklını sadece ülkesinin standardı adına baz istasyonu olarak kullanıyorsa o insan zaten bencilin vurdum duymazın taş kalplinin ta kendisidir. Doğal olarak o insan benim hiç umurumda değildir.

Afrika'da her gün kirli sudan ölen yüzlerce insan için su reklamlarıyla ülkemizde tv leri boğan şirketler acaba oralarda dört dörtlük su kuyusu çalışmaları yapıyorlar mı? Hayır, hem de hiç hayır. Ziraat destekli eğitimler ve destekler götürüyorlar mı? Hiç hayır. Çoğunun yüz ölçümü Türkiye'den fazla olan bu ülkelere Türkiye'den sadece birkaç STK yetişmeye çalışıyor ve haliyle yetişemiyorlar. Türkiye'de tv lerden evlerimize gıda pompalayan yiyecek sektörü, evlerimizi galerilere çeviren araba markaları, mobilya reklamları ile evlerimizin her birini marangoz haneye çeviren mobilya sektörü, ev de ev diye her birimizi emlakcı erbabı yapanlar kara kıta için gerçekte ne yapıyorlar? Hiçbir şey yapmıyorlar. Zaten onlar gerçekte hiçbir kimse için hiçbir şey yapmıyorlar ki. 50'si 100'ü yılda birkaç kez toplanırlar, zaten kendi kurdukları vakıflara birkaç milyon lira toplarlar, sonrada işin en kolay tarafına geçerler kendi tv lerinde reklamlarını yaptırırlar iyi insan modelitelerini bize satarlar. Bu kandırmacayla şuuru ipoteklenen ve haliyle bencilleşen biz insanların kibir merkezleri bu durumlarda şöyle çalışır: Bana ne onların da aklı var su kuyuları açsalarmış, öğrenselermiş, her koyun kendi bacağından asılır gibi zırvalarla konumlarına sıkı sıkıya sarılırlar. Tamam ama öğrenememişler ise, kolonyalizm öğrenmelerine izin vermemişse ve halen vermiyorsa ne olacak?

Hani insanı insan yapan şey gördüğü bir orantısızlığı veya haksızlığı düzeltmek zorunluluğuydu? Hani herkes iyi insan olmanın ideal şartlarını sürekli konuşuyordu sosyal medyadaki duvar yazılarında. Hani herkes her gün bir düşünürün varlık haklarına dair özlü sözüyle herkesi insan olmaya özendirmek için profilinden sözler paylaşıyordu. Noldu sonra. Gerçekler uf mu yapıyor. 'İyi insan' modelini sevimli ama zarar vermesi muhtemel bir hayvan gibi kafes içinden mi seviyoruz? Tamamen evet. Önce lafa bakarım laf mı diye, sonra söyleyene bakarım insan (adam yerine insan kullandım çünkü, bizdeki gibi erkek erkil kültürünün fiziksel ve sözsel şiddet meyline gerekçe olarak kullanıldığı barbar ülkelerde cinsiyet faşizmini körükleyen kavramlar çok önemlidir) diye. Hal böyleyken müreffeh ülkelerin insanlarının kendi ülkelerine kapanmaları için çıkarıldığına inandığım bu reklam terörü masum bir şey öyle mi? Biz aptalız, neyin hangi ürünün nerede olduğunu bilemeyiz, insanların hepsi sağır dilsiz, çarşı pazarı bilmeyen dağlılarız, reklamlar olmasa elimiz kolumuz bağlı acizce mi duracağız? Onlara sorarsan her an piyasaya sürdükleri üst model telefonlar hızı yakalamamız için çok önemliymiş. Ama o hızı kara kıta Afrika için kullanmamıza izin vermezler. Kullanma idrakimizi silerler. Afrika için ne zaman birileri bir şeyler söylese onu hemen yoksul edebiyatı yapmakla suçlayan, mal düşmanı olarak suçlayan kitlelerle bizi karşı karşıya getirirler. Epey eski model kapaklı samsung telefonum ile konuştuğumda beni eğer öteki olarak görüyorsan sen bitmişsin arkadaş. Boşta 5 okeyle dönüyorsun haberin yok valla. En metruk muhitlerde en küçük dükkanların bile taksitle pc ekranı gibi telefon sattıkları şu zamanda benim neden bu modelde ısrar ettiğime kafa yoramayacak kadar metalaşmışsan ben sana hangi doğruyu ne tür tolerans ölçütü bularak anlatabilirim ki.

Sayın okur mesele biraz da şu: Birilerini birilerine unutturma üzerine kurulan bu reklam sektörü her daim tüketerek gelişmeyi bize önerir. Çok tüketmenin güya istihdamı artırdığına inanıldığı temelsiz saçma sapan teoriler havada uçuşuyor. İsrafı ekonominin lokomotifi yapmayı işte böyle başardılar. Ve moda tabi ki de. Onlar neyi hangi biçimde giyinmemizi istiyorlarsa öyle giyiniyoruz öyle yiyip içiyoruz. Bu piyasaya boyun eğme noktasında seküler dünya görüşünde olanlar ile ahiri dünya görüşünde olanlar arasında hiç öyle sanıldığı gibi kalın çekilmiş çizgiler yok. Birisi, aman bir daha mı geleceğiz dünyaya elinden geleni ardına koymadan en şaşaalı biçimde yaşa gitsin diyor. Diğeri de, müslüman güzel giyinmeli şık giyinmeli altta kalmamalı diyip inancında yasal boşluklar üreterek yaptığı israfa gerekçe buluyor.

Sayın okur, sırf deli gibi görünmemek adına zembereği boşalmış bu dünyayla daha ne kadar ilgili kalabilirim diye düşünüyorsun seni anlıyorum. Bir şeylerden haz alır gibi görünerek, eş dost meclislerinde hiçbir şeyin yolunda gitmediğinden haberdar olmamış gibi davranmaktan başka çaren olmadığına saygı duyuyorum. Çünkü ben de aynen öyle yapıyorum. Eğer böyle yapmasak hayatın tadını bizden daha çok aldıklarını zanneden insanlar tarafından her an deli etiketi yapıştırılacak bir talihsiz olabileceğimizin farkındayım elbette.

Yerinde sektörlerle doğru iş gücüne endeksli doğru harcamalar ile ülkeler ve kıtalar arası dengenin eşit ölçüde büyümemesi adına elinden gelen her oyalamayı her şatafatı insanların başlarından aşağıya dökmekten bir an geri durmayan reklam sektörü şunu da yapıyor: Mal yığmayı öneriyor. Dünya ekonomisindeki sirkülasyonda atıl bırakılma niyetiyle menkul biriktirme sistemini hayata geçirdiler. Ultra lükste harcanan ölü paraların hepsi kara kıta Afrika'ya yapılması gereken yatırımların mecburiyetini sütreliyor. Dünyanın bütününün refahı için yapılması gereken yatırımlardır bunlar. Tıpkı farklı terör gruplarını besleyenlerin bir gün o terör gruplarınca ısırıldıkları döngüsüdür bu. Fark yok. Nijerya'da, Somali'de, Kenya'da şu an halen Avrupa'nın amiral ülkelerince sömürülen insanların yoksullukları bir gün oralara da değecektir. Biz Türkiye olarak ileride oralara düşecek ateşten korunmak için sadece birkaç STK ile değil, bütün ekonomimiz ile Afrika'nın yanında olmalıyız ki yarın öbür gün Afrika güçlendiğinde, ki mutlaka ve mutlaka güçlenecek yerküreye ait sezgilerimde hiç yanılmadım, güçlendiğinde dünyaya kusacağı nefretten azade olabilelim. Bizler öğretmeyi sadece korkudan yapmış olmayacağız ki zaten biz Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayız. Bizler Afrika'ya bir şeyler öğretmeyi fıtratımızdaki görev icabı yapacağız. Akabinde belki 200- 250 sene sonra bizi gerçekten sevecek ve canımızı canı bilecek bir kıtayla ebediyen müttefik olacağız.

Sayın okur, suçsuz kalmak barbarlığa meyletmeden yaşayabilmek için tek başına yeterli değil. Nasıl düşünürsen düşün tabi. Ama belki şöyle de düşünmek isteyebilirsin: Kansersin filan, kolon akciğer kanserisin nakil bekliyorsun. Ölüm kalım eşiğindesin. Bu nakil olmazsa olmazın. Gözün o nakilden başka bir şeyi görmez değil mi? İşte senin için hayati önemdeki o organ nakli, Afrika'da kirli sudan ölen çocuk için bir çay bardağı miktarı temiz su veya iltihap giderici basit bir hap demektir. Onlar her daim nakil trafiğindeler. Torunlarının ve onların torunlarının 500 sene sonra Afrika yoksulluğunu yaşamayacaklarından emin olabilir misin? Bu yazımda Afrika için yazdığım cümlelerim Amerika'da, İngiltere'de, Türkiye'de ve herhangi bir ülkede sokakta yaşayan evsizler için de bire bir geçerlidir hani. Demek istediğim şu: Birileri birilerine 'öğretmenin' gerekliliğini öğretirse, o öğretilen taraf da torunlarına o geni devrederler. Mesela 300 sene sonra refahın zirvesini yakalamayı başarmış olabilecek olan bir Afrikalı dedesinden almış olacağı o geni atıl kalan dünyanın diğer milletlerine yüksünmeden kibre süper egoya teslim olmadan yaya bilecektir. Çünkü o, bunu yüzyıllar öncesinden başarmış insanların hikayelerini okuyarak büyüyecektir. O insanlar biz olalım olur mu? Bu ne kadar verimli bir döngü dimi. Hayatı her an, alacağım bu şey acaba benim için ölüm kalım noktasında bir ihtiyaç mı diye düşünürsen eğer, dünyayı değiştirmek için kendine ancak o zaman inanabilirsin. Bu güçlü zemin üzerinde kendine inandığın vakit gözün hiçbir şeyden korkmaz. Sadece bir kişiyim demezsin. Herkes makarasındayken dünyanın akıllısı bir ben miyim demezsin. Rüzgarın içine girdiğinde vicdan frekansındaki birçok insanı zaten otomatikman bulursun. Dünyayla ilgilenmek çok zevkli bir şeydir. Seni bulutlarda uçurur, sana kendini mutlu ve borçsuz hissettirir. Bi dene ya ölmezsin. Görüşmek üzere ▄

YORUMLAR

08 Temmuz 2016, 13.27
Aynı düşünce yapısında olan kişileri dinlemek güzel ama icraat olarak ne yapmalı?  noktası beni daha çok ilgilendiriyor. Bu bağlamda önerileri olanları zevkle dinlemek isterim.

Sanki bir çıkmazın içindeyim...Sadece bireysel olarak birşeyler yapabiliyorum bunu nasıl çoğaltabiliriz? Nasıl daha etkili olabiliriz.Bireysel bilincimi sadece etrafıma aktarabiliyorum :(  Değişim bireyden topluma oluru savunuyorum, Birey olarak değişmedikten sonra tepeden ne yaptırım uygularsan uygula kalıcı olmaz. Bu süreçte çok uzun bir süreç...İnsan doyumsuz bir yaratık. Hep daha fazlasını isteyen hırslı bir yaratık.

Filmde dediği gibi var mı şişman kaplan? İhtiyacından fazlasını yiyen insan, ihtiyaçtan fazla giyeceği olan, ihtiyacından fazla barınmak için malı mülkü olan, özetle hep ihtiyacın fazlası! dünya aynı dünya genişlemiyor ama insanın sahiplikleri artınca dünyanın ekosistemini bozuyoruz.Biz daha çok yayılıyoruz dünya üzerinde yaşayan diğer canlılar daha çok büzüşüyor. Yakında şehirler arası ormanlık alanlarda kalmayacak. Vıcık vıcık insan kalabalığı... Bu kalabalıklık arttıkçada insan kalitesi düşüyor haliyle!

Antalyada da evimiz var arada geliyorum. Daha geçen sene sahilde starbucks, pizza hut yoktu. 2 katlı şirin binalar vardı ne ara yine türediler akıl alacak gibi değil. İnsanlar daha çok para için yerlerini yurtlarını satıyor. Satılığız malesef! 

Bolluk arttıkça, açgözlülükte artıyor doğru orantılı. Eskiden birşey bozulunca yerine yenisi alınırdı. Yırtılan kıyafetler yamanırdı. Aynı fikirdeyim benimde samsung kapaklı telefonum vardı, akıllı telefonlar çıktı almadım, işyerindekiler sana yakışmıyor bu telefon dediler dinlemedim :) bu telefon taki bozulacak öyle yenisini alacağım dedim ve dediğim oldu birgün kapağın ortasından kırıdlı :)  Kime ne gösterişi yapıyorsun? dışını süslesen ne olacak için beş para etmezken! Ben senin sahipliklerine göre mi değer vereceğim? Ne acınacak haldeyiz, evet sahiplikliklerine göre değer verenler oldukça evrimin bu yöne olması da kaçınılmaz :(

Kalite nedir? Benim gözümde kalite emektir, tecrübedir, nadirliktir ! Gün geçtikçe kaliteli mi yaşıyoruz sanıyorsunuz? Aksine daha kalitesiz yaşıyoruz, rant uğruna her şeyin hızlısı yapılıyor. Az emek, az zaman dışını süsle kaliteli diye kaktır :) bu kadar kısa sürede nasıl kaliteli bir ürün olabilir ki ? Ev, yiyecek, giyecek, içecek hepsi için geçerli bu. Ben giyim sektöründeyim nispeten dünya çapında markalara iş yapıyoruz. Sattığımız sweatshirtler 200 euro. Ama hiçbirinin kalitesi Anneannemden kalma örme hırkanın yerini tutmuyor!  Herşeyi geçtim ipliğinin kalitesini , motifini desenini içinde bir yaşanmışlık var!
Eskiden bu yaşanmışlığa önem verilirdi. Yaşanmışlık tecbüre barındırır ve nesillere aktarılır. Şimdi ise at çöpe yenisi var gıcırı var...

Dünyayı çöplüğe çevirmeye kimsenin hakkı yok! 

09 Temmuz 2016, 00.06
selam creative. 
Yerküreyi görünmez bir el tarzında istedikleri gibi şekillendirenlere karşı Türkiye içi ve dışında mücadele edenler bireysel olarak yazılanlar yoluyla enformasyonu kulaktan kulağa ediniyorlar. Bir kulp ile mutlaka toslaşılıyor sürekli rüzgarın içinde olununca. Bu tür uyandırmaların kurumsal olarak yapılmasına izin vermiyorlar elbette. Arama motorlarının, ekşilerin, radyoların, tv lerin, gazetelerin ve diğer her sosyal medya platformunun %98'i onların elinde. Dolayısıyla gidip NYT'ın veya Der Spiegel'ın sayfalarında anti kapitalizm adına bir yazı yazıldığında yazana aferin filan denmiyor haliyle. Anahtar kelimelere takılındığında hesaba elveda demek mutlak sonuç oluyor. Ama gerçekten can yakıcı bir yazıysa tabi.
Durum böyle olunca aksiyonu olabildiğince yerele indirgemek daha verimli oluyor. Kolonyalizmin trolleri zaten her yerdeler. İnternette yazı imkanı sunan her sitede bu troller mevcuttur. Ne zaman dur di dakka ya şu şöyle de olabilir denilse hemen orta çıkıp insanları hayalcilikle, ütopyacılıkla, aklı beş karış havadacılık ile suçlayan bu kulağı kesik bağlılar yerel noktalarda daha az oluyorlar. Gürültülü yerlerde konuları daha kolay polemize edebiliyorlar. Maalesef ki hayatın gerçeği bu. İyi ve kötünün savaşması ve erdem bayrağının hakkıyla sırtlanması için var edilmiş bir dünyadayız.
Değişim elbette bireyden topluma yayılır. İnsanın doğasında zaten kitlesel uyanışlar yoktur. Bu çağın en büyük sıkıntısı oyalandırılmaktır. İnsanlara interneti 'sanal alem' olarak isimlendirenler aslında diğer oyalayıcı sanal tuzakları örtbas etmekteler. Gereği yokken her ay birbiri ardına çıkarılan üst model hd ler, arabalar vs diğer metaların hepsi birer sanallıktır bence. Mesela biz şurada yazışıyorken bu yazdıklarımızı okuma imkanı olmayan kaç milyar insan vardır. Rahat 2 milyar. O 2 milyar için ne konuşursak konuşalım onların yerine nasıl yorum yaparsak yapalım asla onların duygularını onların samimiyetini birebir buraya yazamayacağız. Onların yerine onlara avukatlık yapıyoruz. Kendi haklarını savunmak isteyen ama savunamayan bu insanların ortalık yerlerde görünmesini istemeyenler bizleri akla gelen her tür hız yolculuğu ile zalim yapıyorlar. Çağı hızlandırıyorlar. Bizler bu hıza tutsak oluyoruz çünkü onlar zaman kavramı ile bizi yarıştırıyorlar. Ecelden nefret etmeyi bilinç altımıza yerleştirdiler. Ecel ile bağımızı mistik bir duvarla örüp bir nevi ara buluculuk görevi üstlendiler. Mesela ölmeden önce yapılacak listesi gibi sapık dürtüleri insanlara vicdan ve/veya damak tadı diye yutturdular. Ne demek yani ölmeden önce mutlaka gidilmesi gereken yerler listesi. Diğer tarafta millet 30 yaşına gelmeden ölüyorsa, bebekler daha anne demeden susuzluk karabasanıyla tanışıyorsa ölmeden önce yapılacaklar listesine ram olmak en basitinden bireysel tiranlıktır.
Ölümden korkmana sebep olarak hangi bir fesatlığın veya lanetlenmişliğin içindesin ki düzgün bir aşı bulamadığı için veya bulamadığı yumurtanın proteinini alamadığı için basit bir iltihaba maruz kalıp ölen 3 yaşındaki bir çocukla mı yarışıyorsun diye soruyorum onlara. Yine soruyorum o 3 yaşındaki siyah çocuğun gençlik çağına yetişememesi yüzünden mi ölmeden önce yapılacaklar listesine zaman bulabiliyorsun. Utanmak lazım gelir, köklü bir asalet lazım gelir, taa 7 kuşaktan aktarılacak ahlakı barındıracak bir gergef lazım gelir böylelerine. Bu işler böyle işte hep var olacaklar. Dert değil ya herkes namusunca yaratıldığı üzere yaşıyor. Bizler zaten onlara bir şeyler anlatmıyoruz ki. Onlara özenen, daha doğrusu onların süper egolarına heveslenip dünyayı aynen bulduğu gibi bırakarak ölüp defolup gitmeye heveslenen insanlara bir şeyler anlatıyoruz. Derdimiz işte o insanlar. Dünyadan nefret edercesine etliye sütlüye karışmadan kimselere gözükmeden hiçbir dikkat çekmeden alabildiği kadar hazzı alıp siyah kıtadan ve her evsizden, sokakta yaşayan her çocuktan intikam alırcasına 3 maymunu oynamayı sapık bir bilgelikle adlandırmaya hazır olan o insanlara bir şeyleri sürekli anlatmak lazım gelir.
Hayatı tatlı tatlı yaşanması gereken bir aşığa benzeten bir sürü mantık dayatmasının insanlara her an pompalandığı günümüz dünyasında haksız hayat rekabetine direnmek, direnmeyi tavsiye etmek çok zor tabi ki de. Hayatla evlenilir onunla her anı cicim ayı olarak yaşanır, bunu da bir güçlülük göstergesi olarak yani cesaret göstergesi olarak piyasaya sunarlar. İstanbul seni yenmeye geldim diyen sıradan bir avamın söylediği sloganın başka bir versiyonudur aslında. Avam olmak sadece vicdanen ve aklen düşüklüğü olanlara denmiyor tabi ki de. Dünyanın her tarafında cereyan eden absürt sonuçlara senkronize olarak yaşamayı reddeden ultracılara da avam deniyor. En azından ben diyorum.
Zaten hep tatlılığın rutininde veya hep acılığın rutininde insanın kalbi kararır değil mi? Bir insanın hayatla bir alıp veremediği yoksa, ya o insan hayata yalan konuşuyordur, ya da hayat o insana yalan konuşuyordur. Çünkü ne bir insan tam mükemmeldir ve hatasızdır, ne de onun gördüğü içinde olduğu etraftaki hayatı mükemmeldir ve hatasızdır. Birbirlerinin eksikliklerini göremedikleri bu noktada ikisinin arasında kalan ama'lı filanlı gri bir alan olamaz. Örnek mecazdır: İcabında dolabındaki 1 kilo peyniri dalgınlıkla kokutmadan tüketmeyi akıl edemesen ve çürütsen de olur yenisini almaya gücün yeter illaki. Ama hayatı dalgınlıkla geçiştirme ehliyetini aldım dersen umarım kusura bakmazsın, sendeki o vakaya ruh bilimciler delilik diyorlar.
Örme hırkanın bahsi açılmışken, annemin yengemin bana ördükleri süveterler kazaklar geldi aklıma. Kalın çorap ördükleri bile olurdu büyük şişlerle. Kazakları da şişlerle örerler miydiler unuttum şimdi. Büyük alınırdı her şey büyüyünce de giyinilsin diye. Ama sonradan herkes anladı ki benim boyum aslında çok geç uzuyordu. Sonra tam beden almaya başladılar da ben de biraz olsun rahat ettim. Çocukluk aklı işte çalınsın diye gider en kolay çalınacak yerlere asardım üzerimde hantal duran o gocukları. Tabi ki de çalınırdı. Haydi yine kolumdan bacağımdan sürüklene-sürüklene çarşının o kabuslu yolunu tutardık.
Kalabalıklık ile kalite kıyaslamasına da değinmek istiyorum. Aslında kalabalıklar kendilerini bir alana yığdıklarında kalite düşüklüğüne böyle yol açıyorlar. 900 öğrenciyi, içinde 30 sınıf yapılması için yeterli metrekareye sahip olmasına rağmen o 900 öğrenciyi inatla 12 sınıfta eğitim aldırmaya zorlarsak o sınıflarda doğal olarak sürekli bir uğultunun hakim olması elbette kaçınılmaz olur. Endüstriyel tarıma teslim olan ülkelerde yaşadığı köy hayatında devletince kendisine şans tanınmayan her insan şehre hücum ediyor. Yığınlar oluşuyor. Sonuç olarak kaldırımda yan yana 4 kişinin aheste-aheste yürürlerken arkadan hızlı yürüyecek birilerine ihtimal vermemeleri gibi bir durum ortaya çıkıyor. Sanki manga birliği gibi tören kıtasını selamlıyorlar. Kardeşim 2 şer 2 şer yürü kaldırımı işgal etme işte dimi. Zaten araba işgalinden kaldırımda yürümek artık biz yayalara lüks oldu. Bir şehrin kültür düzeyi o belediyenin insanlara kaldırımları ne ölçüde kullandırdığına bağlı biraz da. Gidiyorsun tiyatroya baleye operaya bir şeyler seyrediyorsun zevk geliştirmeye çalışıyorsun filan ama sonra geliyorsun dükkanının kaldırımına arabanı park ediyorsun yayaları yoldan geçmeye zorluyorsun, arabalarla göz göze getiriyorsun insanları riske sokuyorsun. İyi ama nasıl olacak şimdi. Kültür bir manzumeler bütünüdür diye boşuna mı diyoruz. Algıda seçici olmak için sahne önünde seyrettiğin o sunumun ile kaldırımdaki mantığın arasındaki çelişkinin farkına bile varamamaya ben sefalet diyorum biliyor musun? Hani orta çağ Avrupa'sının yoksul mu yoksul, sefil mi sefil insanlarını oyalamak için sokaklarda ayak üstü tiyatrolar oynanırmış biraz olsun gülümsemeleri sağlanırmış. Ondan sonra yaya kaldırımlı trafik ışıklı noktalarda araba gelmemesine rağmen veya gelen arabanın bir senelik uzaklıkta olmasına rağmen o yaya kaldırımının aslında yayaya geçiş üstünlüğünü verdiğini bilmeyen yayaların, kendisine geçiş üstünlüğü verildiğini bilip karşıya geçen yayaya tuhafça baktıkları manzaralar ortaya çıkıyor. Bazen öyle tuhaf bir görüntü oluyor ki sen geçiyorsun ama karşıda bir ordu boş yola bakarak bekliyor. Bazen, bu şehri gözümde çok mu abartıyorum diye düşünmekteyim. Halinden tutumundan okuyan bilinçli bir birey olduğu belli iken bu basit kuralı öğrenmeyi nasıl es geçerler anlayamıyorum.
Ayrıca trafik ışığı olmayan ama yaya kaldırımının olduğu yerlerde o şeritlerin ne işe yaradığını bilemeyen araba sürücüleri şehrin imajını hayli bozuyor. Ne oldu yani köyünde dağda bayırda at mı sürüyorsun, ki öyle bile olsa yol üzerinde gördüğün bir insana nezaketen durup bir selam verirsin iki laf edersin hani. Kaldı ki şehirde yaşıyorsun yahu. Eğer ki yaya kaldırımı kuralını yasal olarak yanlış buluyorsan kendi insani bir yasan vardır değil mi. Korkma ya, orada yayalara geçiş haklarını tanıdığın için sana hiçbir kimse küfretmeyecek bağırmayacak aptal yobaz dağdan inmiş demeyecek. Bazen böyle bilinçli sürücülere denk geldiğimde artık nasıl mutlu oluyorsam onlara selam verme veya teşekkür mukabilinden bir tutum takınmam gerektiğini hissediyorum. Halbuki orada ekstra bir teveccüh gerektirmeyen yasal bir kural işletiliyor hepsi bu. Ankara bu yönden güzel bir şehir. Bu tutum hemen-hemen herkeste yerleşmiş. Ama yaşadığım şehirde bir elin parmakları kadar.
Konumuz buraya nasıl geldi fark edemedim. Telefon konusunda yalnız olmadığımı bilmek kendimi iyi hissettirdi (güldüm). Yorumdaki kimi başlıklara değinemedim.
Yorum yapabilmek için ÜYE GİRİŞİ yapmalısın