“Yandaş Kitabevi”nin “çok satanlar” kısmında denk gelmiştim bir kitaba. İçeriği hakkında bilgi sahibi değildim ama kitabın adı o kadar rahatsız ediciydi ki mazrufun ne olduğu/olabileceği, zarftan belli diye düşünmüştüm. İnsan zihni çoğunlukla ifrat ve tefrit sınırında olanları unutmaz. Yani çok sevdiği/beğendiği ve tiksinti duyduğu şeyler belleğin bir yerinde kalır. Hatta bana göre “elem”, “haz”za nispetle daha dominanttır. Uzatmayayım, bahsettiğim kitabın adı: “Kaideye Tamah Etmeyen İstisnadır Hayat”. “Tamah”ın yanlış kullanımına mı kızayım; aforizmamsı, ne idüğü belirsiz bir cümleyi kitap ismi olarak seçmesini mi, bilemedim. Senin yazının başlığını görünce de benzer hisleri yaşadım. İçerik kısmına sonra geleceğim. Devrik cümle güzeldir, vurguyu güçlendirmek adına haz da verir ama senin kullandığın şekil bana göre rahatsız edici. Bir defa başlığı bu kadar uzatmak, özlü söz kıvamında oluşturmak daha girizgahta “iyi okuyucuyu” boğar. Yazının içinde hatta son cümlesinde aynı şekilde kullansan keyifli bile olur. “İlla kullanacağım” diyorsan da keşke “Aşk Bazen Şizofren Bir Darbeden Sağ Çıkabilendir” diye yazsaydın. Bunu “dil hassasiyeti” adına söylemiyorum. Öznenin sonda olduğu cümleler çoğunlukla lirik şiirlerdir. Bu da genellikle Arapça ve Farsçadan geçme bir alışkanlıktır. Her ne kadar Farsçada bizdeki gibi özne-nesne-yüklem şeklinde olsa da yazı dilinde çoğunlukla bu kurala uyulmaz ve özne sonda kullanılır. Arapçada da genellikle fiil baştadır. “Arabın lafı bitmez” sözü de buradan gelir. Eylem ile başlar, anlatır da anlatır. İşte bizim şairlerimiz de onların etkisinde kalmış ve çoğu zaman özneyi sona atmış. Tabii lezzetli olanı da var, kekremsi tat bırakını da. Senin konunla ilgili olduğu için Yunus Emre’den kısa bir örnek vereyim:
“İşitin ey yarenler, kıymetli nesnedir aşk,
Değmelere verilmez, hürmetli nesnedir aşk.
Hem cefadır hem safa, Hamza'yı attı Kaf'a,
Aşk iledir Mustafa, devletli nesnedir aşk.
Dağa düşer kül eyler, gönüllere yol eyler,
Sultanları kul eyler, cüretli nesnedir aşk.”
Şiirin içinde devirince, hele o devrik olma hali mahir bir elden çıkınca nasıl da leziz duruyor.
Burada daha önce yazdım mı hatırlamıyorum, “bazen” diye bir kelime yok. “Fasih Türkçe/İstanbul Türkçesi” diye uydurulmuş bir oluşumun zarafet adına kullandığı saçmalık. Kelimenin kökü Arapça. Be, ayn ve dad harflerinden oluşan, Latinize edersek “ba’d” şeklinde ortaya çıkmış bir kelime. Dad harfi fonetikte z’ye yanaştığı için bu harften oluşan çoğu kelimeyi Türkçeye z olarak almışız. “Ramadan/Ramazan” v.s Ba’d/ba’z kelimesini telaffuz ederken istemsiz bir “ı” sesi getiriyoruz. “Bu gönül ba’z kere güzele meftun” olur gibi uydurma bir cümleyi okuduğumuzda “ba’z”, “bazı” olur. “Bazı zamanlar”, “bazı anlar” denilmek istendiğinde de bazı+an yani “bazan” şekline dönüşür. Hem sesli uyumuna uygun hem de kelimenin gerçekten anlatmak istediğine. “Bazı-en” nedir, nasıl saçma bir adaptasyondur?
Yazıda kullandığın için bir gereksiz bilgi daha vereyim. İslami kaynaklarda falan “şeytan’ın cennetteki adı nedir” diye diye sorulduğunda cevap olarak “Azazil/Azazel” ismi verilir. İslam’a Tevrat üzerinden geçen uygulamalara, anlayışa, inanca, kabullere israiliyat denir. Azazil de israiliyat ürünüdür. Bir kısım zevat şeytan’ın islami kabuldeki hikayesine de atıf yaparak hatalı bir şekilde bu kelimeyi “azil”e yani görevden alınmış, sürülmüşe dayandırıyor ama doğru değil. Kelimenin kökü Aramiceye dayanıyor: “azaz-el”. “Azaz”, güçlendirilmiş; “el”, tanrı manasındadır. Tanrının güçlendirdiği. Mesela “Allah” da “el-ilah”tan mülhemdir. Yani islama göre Şeytan’ın isyan etmeden önceki adı bilinmez. Aynı şekilde Havva, İsrafil, Azrail v.s gibi isimler de bilinmez. Bu isimlerin hepsi Tevrat’tan alıntıdır.
Sonunda yazının muhtevasına gelebildik :) Duygu ağırlıklı bir yazı olduğu için elbette yorum yapılmaz. Bazı benzetmeler son derece güçlü olmuş, kurgu da hoş. Metafor da güzel: “sürekli yeşil kalmak” ve “mevsimine göre davranmak”. Ben çoğunlukla “her-dem yeşil” diye adlandırılan ağaçlardan tarafım. Onlar her daim diri, her daim aynı kalan varlıklardır. Kimileri bu durumu değişime direnç olarak yorumlar; oysa mesele direnmek değil, köklerini şartların ötesine salmak, özünü muhafaza ederken hayata başka bir yerden tutunmaktır.
Her-dem yeşil ağaç, yılın hiçbir anında tamamen savunmasız değildir. Dallarını çıplak bırakmaz mesela. Yapraklarını döküp kendini kışa teslim etmez. O, mevsimle savaşmaz ama mevsime teslim de olmaz. İşte bu, bir insanın da öğrenebileceği en asil meziyetlerden biridir: Hayatın türlü mevsimlerine karşı kendinden vazgeçmeden ayakta kalabilmek.
Değişmek elbette kıymetlidir ama her değişim bir kayıp da getirir. “Her-dem yeşil” olanlar, özlerinden taviz vermeden yeni şartlara adapte olmanın yolunu bulmuşlardır. Kışın soğuğuna karşı içlerinde korudukları bir sıcaklık, yazın kuraklığına karşı derinlerde sakladıkları bir nem vardır. Çünkü onlar, hayatta kalmanın yolunu sadece şekil değiştirmekte değil, sağlam kalmakta bulmuşlardır.
Bazan insan da böyle olmalıdır. Her eleştiriyle kabuk değiştirmek, her kırgınlıkta dökülmek, her fırtınada kök saldığı yerden sökülmek değil... Güçlü olmak, hayata kafa tutmak değil; hayatla uyum içinde kendini bozmadan devam edebilmektir. “Ödün vermek”le “kendinden vermek” arasında ince bir çizgi vardır; “her-dem yeşil” olanlar, o çizginin üzerinde yürüyen bilgelerdir.
Toplumun, gündemin, beklentilerin rüzgarında savrulmadan yeşil kalmak; kendi renginden utanmamak, kendi renginden dolayı kibirlenmemek, başkasının sonbaharında da ilkbahar gibi var olmak... Kim bilir en büyük değişim, hiç değişmeden hayatta kalabilmektir.
O yüzden, bazan yaprak dökmemek de bir erdemdir. Çünkü şu zamanlarda özellikle beşeri ilişkilerde en çok aradığımız haslet yanar döner olmamak, girdiği kabın şeklini almamak yani “istikrarlı olmak”tır. Yani yıl boyu yeşil kalmak, en zor olandır…
YORUMLAR