"Ben Kimim" - "Sen Kimsin"
01 Ekim 2025, 18.51 A- A+Dil, yalnızca bir iletişim aracı değildir. Aynı zamanda düşüncenin mimarisi, "toplumsal bilinç-altının" jeolojisidir. Wittgenstein'ın o sözünü hatırlayalım: "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır." Bu bakımdan bir toplumda hangi soruların sorulduğu ya da sorulmadığı, o toplumun ontolojik temellerini açığa çıkarır. Türk dilinde "ben kimim?" sorusunun felsefi bir içe dönüş olarak nadir kalışı, bunun karşısında "sen kimsin?" sorusunun heteronom bir tahakküm aracı olarak yaygınlaşması tesadüf değildir. Bu iki soru arasındaki asimetri, aslında özne-nesne ilişkisinin nasıl kurulduğuna, bireyin kendini nasıl konumlandırdığına dair köklü bir kültürel şifre sunar.
Batı felsefesi Sokrat'tan bu yana "kendini bilme" üzerine inşa edilmiştir. Kartezyen özne: "Düşünüyorum, öyleyse varım" der. Burada varlık, düşüncenin kendisinden türetilir; özne kendi epistemolojik meşruiyetini kendi içinde bulur. Descartes'ın kuşkuculuğu bile bir öz-eleştiri pratiğidir; kişi kendi bilgisini, varsayımlarını, hatta duyularını sorgulamak zorundadır. Bu, ego'nun merkeze alınması değil, ego'nun sürekli sınandığı bir refleksivite halidir. "Ben kimim?" sorusu da bu geleneğin devamıdır: İçe dönük, otonom, kendi sınırlarını keşfeden bir öznenin sorusudur. Bu soru mütevazılığı içerir çünkü kişi kendi yetersizliğini, bilgisizliğini, sınırlılığını kabul ederek başlar düşünmeye.
Oysa "sen kimsin?" sorusu tam tersi bir ilişkisellik kurar. Bu soru özneyi değil, ötekini merkeze alır ama bunu "çoğu zaman" "tanımak" için değil, "tanımlamak" için yapar. Türkçede bu sorunun taşıdığı konotasyon neredeyse her zaman agonistiktir: "Kim oluyorsun sen?", "Kimsin be sen?", "Sen kimsin ki bunu yapıyorsun?" Bu formülasyonlarda karşıdaki, bir meşruiyet sorgulamasına tabi tutulur. Soru soran kişi, muhatap ettiği kişinin ontolojik statüsünü belirleme yetkisini kendinde görür. Bu durum esasında bir "iktidar tekniği"dir: Söylem, konumlandırma yapar; tanımladığı şeyi aynı zamanda hiyerarşik bir düzlemde yerleştirir. "Sen kimsin?" sorusu, karşıdakini "hiçleştirme" potansiyeli taşır çünkü cevaplanması gereken bir "kimlik ispat yükümlülüğü" yaratır.
Bu dilsel asimetrinin ardında toplumsal bir psikoloji yatar. Türk toplumunda kimlik, büyük ölçüde ilişkisel ve kolektif referanslarla inşa edilir. Kişi "ne olduğu"ndan çok "kime ait olduğu" ile tanımlanır: Hangi aileden, hangi memleketten, hangi tarikatten, hangi partiden, hangi cemaatten. Şerif Mardin'in "Merkez-çevre" teorisinin temelinde de bu yatar. Merkezle kurulan ilişki, bireyin toplumsal değerini belirler. Dolayısıyla "sen kimsin?" sorusu aslında "senin arkanda kim var", "kime/nereye tabisin", "vasfın ne" gibi sorularının kısaltılmış halidir. Bu soruda özerk birey yoktur; ağ içinde konumlanmış, referanslarıyla var olan bir varlık vardır. Yani bireysel farklılaşma değil, benzeşme ve kolektif bağlar, toplumsal yapının temelidir.
"Sen kimsin" diye sormak normalde insanın egzistansiyel tarafının bir tezahürüdür. Çünkü insan "sen" olmadan "ben"e ulaşamaz. Bebek, dünyaya geldiğinde "ben" kavramı yoktur; önce "sen"i tanır, sonra "ben"i tanır. İnsan yavrusu, diğer tüm memelilerden farklı olarak tamamen çaresiz doğar ve hayatta kalabilmesi için mutlak bir bağımlılık içindedir. Bu ilk "sen", annedir. Annenin bakışı, bebeğin ilk aynasıdır; onun gözlerinde bebek kendini görür, tanınır, var olur. Lacan'ın "ayna evresi" teorisi de bunu destekler: 6-18 aylık bebek, aynada kendi yansımasını gördüğünde onu başlangıçta bir "başkası" olarak algılar. "Ben" bilinci, bu yabancılaşma deneyiminden, "öteki"yle karşılaşmadan doğar. "Ben-Sen" ilişkisi, araçsal bir ilişki değildir, karşılıklı tanınma, diyalog, varlığın paylaşımıdır. "Öteki"nin yüzüyle karşılaşmak, beni etik bir özne yapar, onun çağrısına yanıt vermek, benim insanlığımı kurar. Dolayısıyla "sen" yalnızca bir dil kategorisi değil, varoluşun kurucu unsurudur.
Ama dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bu kurucu ilişkisellik, aynı zamanda bir tehlike taşır. Eğer "ben" tamamen "sen"de eriyorsa, özerk bir özne hiç doğmuyorsa, kişi daima "öteki"nin tanımına, onayına, bakışına mahkum kalır. Psikanalizde buna "simbiyotik bağımlılık" denir: Bebek ve anne arasındaki normal ve gerekli olan birleşme hali eğer kırılmazsa, bireyi engeller. Çocuğun sağlıklı gelişimi, bu simbiyozdan yavaş yavaş ayrışmasını, "ben" ve "sen"in ayrı varlıklar olduğunu keşfetmesini gerektirir. Çocuk, annenin kucağından çıkıp dünyayı keşfetmeye başladığında, güvenli bir üsse sahip olduğunu bilmeli ama aynı zamanda kendi özerk varlığını da kurmalıdır. Burada "o" zamiri devreye girer. "O" kimdir, "baba"dır. Baba, "yasa"dır; toplumsal gerçekliği, dili, kültürel normları temsil eder. Çocuk, anne ile olan birincil bağını kırmak, babanın otoritesini tanımak ve böylece sosyal dünyaya girmek zorundadır. "O" zamiri, bu bakımdan mesafeyi, nesnelliği, üçüncü şahıs perspektifini getirir. Artık dünya yalnızca "ben" ve "sen"den ibaret değildir. "O" vardır, "onlar" vardır, bir toplumsal alan vardır.
Ancak işte Türk toplumunda sorun tam burada kristalize olur: "Sen"den "ben"e geçiş, hiç tamamlanmıyor. Birey, kurucu ilişkisellikten çıkıp özerk bir özne olamıyor. "Sen" daima baskın kalıyor. Kişi, ömür boyu "sen kimsin?" sorusuna muhatap kalıyor çünkü toplum, ayrışmayı, bireyleşmeyi, özerkleşmeyi bir tehdit, bir başkaldırı, bir "nankörlük" olarak görüyor. Çocuğun kendi ayakları üzerinde durması, kendi kararlarını vermesi, ailevi otoriteye karşı çıkması, meşru bir gelişimsel aşama değil, "saygısızlık", "büyüklere kafa tutmak" olarak değerlendiriliyor.
Bu engellenen ayrışma, yetişkinlik döneminde de devam eder. Birey, sürekli olarak kolektif referanslarına, ait olduğu gruplara, "büyükler"in onayına ihtiyaç duyar. "Ben ne düşünüyorum?" sorusu değil, "ailem ne der?", "arkadaşlarım ne der?", "mahallem ne der?" soruları belirleyicidir. Yani toplumsal itibar, bireyin öz-saygısından daha önemlidir. Kişi, içsel değerlendirmesinden çok, dışsal bakışlarla kendini tanımlar. "Ayna-benlik" denilen kavram tam anlamıyla bu durumu açıklar. "Ben", başkalarının gözünde ne olduğumu düşündüğümle şekillenirim. Ne yazık ki Türk toplumunda bu süreç hiç aşılamaz; benlik orada donup kalır.
"Ben kimim?" sorusu, işte bu donmuş yapıyı kırmaya çalışan, gecikmeli bir ayrışma sorusudur. Bu soru, kurucu ilişkisellikten sonra gelen, gerekli ve sağlıklı olan ikinci aşamanın sorusudur. Yani kişi der ki: "Evet, beni sen yarattın, sen olmadan ben olamazdım ama şimdi ben buradayım ve sormak zorundayım: Ben, senin yansıman mıyım yoksa kendi özerk varlığımın mı? Senin isteklerin mi, yoksa benim arzularım mı beni yönlendiriyor? Senin değerlerin mi, yoksa benim sorgulamam mı bana yol gösteriyor?" Bu sorular, ergenlik çağının psikolojik krizini yansıtır ama aynı zamanda, felsefi bir uyanışın da başlangıcıdır.
Türk toplumunda bu süreç sekteye uğrar çünkü "sen kimsin?" sorusu, sürekli olarak "ben kimim?" sorusunu bastırır, engellerr. Her özerklik denemesi, bir hiyerarşik sorgulama ile karşılanır. Birey kendi iç sesini dinlemeye çalıştığında, dışarıdan gelen "sen kimsin ki böyle yapıyorsun?" sorusu onu susturur. Bu, psikanalitik anlamda "süper-ego"nun totaliter bir biçimde işlemesidir: Kişinin içselleştirdiği otorite figürü, ego'yu sürekli denetler, cezalandırır, suçluluk üretir. Ama sağlıklı bir gelişimde süper-ego, zamanla daha esnek hale gelir; birey, otoriteyi körü körüne içselleştirmekten çıkıp onu eleştirel bir mesafeden değerlendirebilir hale gelir. İşte "ben kimim?" sorusu, bu eleştirel mesafenin açılmasıdır ve Türk toplumunda bu mesafe açılamadığı için, felsefe yapılamaz, özgür düşünce gelişemez, birey hep kolektifin gölgesinde kalır.
Felsefe, tanım gereği bir içe dönüş, bir kuşku, bir sorgulama pratiğidir. Ama bir toplum "sen kimsin?" sorusunu normalleştirmişse, "ben kimim?" sorusunu sormak abesle iştigaldir. Çünkü ikincisi, kolektif kimliklerin otoritesini sarsabilir. Kişiyi grup referanslarından koparıp kendi akıl yürütmesine başvurmaya iter. Bunun içindir ki gündelik dilde "felsefe yapma" ifadesi, aşağılayıcı bir uyarı olarak kullanılır. Karşınızdaki kişi biraz derin düşünüyorsa, sorgulamaya başlıyorsa, hemen "felsefe yapma" denir. Bu ifadenin altında yatan şudur: Düşünme, hayatı gereksiz yere karmaşıklaştırmaktır; soru sormak, fitne sokmaktır; derinleşmek, bozulmaktır.
Benzer şekilde "edebiyat yapma" da uzun, detaylı, duygusal anlatımları küçümsemek için kullanılır. "Kısaca anlat", "özet geç" diye kesilen bir anlatı, aslında dilin estetik ve refleksif kapasitesinin reddedilmesidir. Edebiyat, dili araçsallıktan çıkarıp bir düşünme ve hissetme pratiğine dönüştürür ama pragmatik, düz, hiyerarşik iletişimin egemen olduğu bir toplumda bu lüks görülür hatta tehlikeli bulunur. Aynı mantık "tiyatro yapma" ifadesinde de kendini gösterir: Birinin/bir grubun davranışı samimi bulunmadığında bu ifade kullanılır. Tiyatro, bir performans sanatıdır ama burada "performans" kelimesi bile pejoratif bir anlam kazanmıştır. Yeri gelmişken "tiyatro"nun etimolojik kökeniyle ilgili yıllar evvel yaptığım bir çıkarımın özetini paylaşayım: "bakma"nın antik Yunanca karşılığı "theome". "Theoria" yani bizim dilimizdeki haliyle "teori", Yunanca "Tanrı" anlamına gelen "Theos" kelimesinden türer. Tıpkı bugünkü "tiyatro" lafzının evrim geçirmeden önceki hali olan ve "oturma/görme/görüş yeri" manasına gelen "theatron" gibi. Buradan hareketle tiyatronun çıkış amacının dini bir ritüel olduğu çıkarsamasını yapmak hiç de zor değil. Tiyatro için "tanrısal bakış"ın yani "kusursuz"luğun temaşası diyebiliriz. Biz ise siyasi anlaşmazlıklara, bir futbol müsabakasında verilen yanlış kararlara, hatalı yenilmiş gollere yani "kusur"lara tiyatro diyoruz.
"Felsefe yapma", "edebiyat yapma", "tiyatro yapma"... Hepsinde ortak olan nokta; düşüncenin, sanatın, soyutlamanın ve refleksiyonun gündelik pratikten uzak, gereksiz, hatta zararlı görülmesidir. Bazı toplumlarda düşünce dünyasına dair üretim, toplumsal saygınlık kaynağıdır, bazılarında ise bir "zayıflık" işareti, "gerçek hayatı bilmeme" belirtisi sayılır. Türkiye'de entel(l)ektüel -bir buçuk L-, genellikle "kafası karışık", "ütopik", "hayalperest" sıfatlarıyla anılır. Çünkü düşünmek, şüphe doğurur; şüphe ise otorite yapılarını, kolektif mutabakatları, yerleşik hikayeleri tehdit eder.
Rodin'in "Düşünen Adam" heykelinin "sadece" Türkiye'de bir akıl hastanesinin önünde konumlandırılmış olması, bence bu zihniyetin en çarpıcı materyal sembolüdür. Heykelin özgün bağlamı, insanın düşünsel kapasitesini, iç savaşımını, refleksif gücünü kutlamaktır. Ama bu heykeli bir psikiyatri kliniğinin girişine yerleştirmek, subliminal bir mesaj taşır: Çok düşünmek, deliliktir. "Kafayı/kafaya takma", "kafayı çalıştırma", "düşüne düşüne kafayı yeme" gibi ifadeler halk dilinde yaygındır. Bunlar, düşüncenin bedeni, ruhu yıpratan hatta hasta eden bir faaliyet olduğu inancını yansıtır. Oysa Aristoteles, felsefenin başlangıcını "thaumazein"e, yani "hayret"e, "merak" duygusuna bağlar. [Buraya ufak bir parantez açayım: "Geçmişte birileri bir şeyler söyledi diye illa bu düşünceleri kabul etmek zorunda mıyız?" diye sorulabilir. Elbette değiliz. Ama reddetmek için de önce "anlamak" zorundayız. Aristoteles'ten örnek vermek, bir "otorite argümanı" değildir. Yani "Aristoteles demiş, o zaman doğrudur" demiyorum. Tersine, Aristoteles'i referans göstererek şunu söylemek istiyorum: "Bu konu tarihte şöyle düşünülmüş, gel birlikte bakalım bu düşüncede tutarlı bir şey var mı, yoksa çürütülebilir mi?" Felsefe tarihi tam olarak bu: Geçmişin düşüncelerini sorgulamak, test etmek, yeniden değerlendirmek. Nietzsche Platon'u çürütmeye çalıştı, Heidegger Descartes'ı eleştirdi, Foucault tüm aydınlanma geleneğini sorguladı. Ama hepsi bunu "anla"dıktan sonra yaptı.] Düşünmek, insanı hasta etmez aksine, düşünememek, içinde bulunan toplumsal koşulların travmatik olması kişiyi hasta eder. Ama bu ayırımı yapmak, sistemi sorgulamayı gerektirir. "Bireysel patoloji"yi değil, "yapısal patoloji"yi görmek gerekir. İşte bu yüzden heykeli oraya koyarak, sistem kendi eleştirisini engellemiş, suçu düşünen bireye yüklemiştir. Nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti tarihi her dönem "düşünce"yi cezalandırıp "düşüncesizlik"lere ses çıkarmayan otoriteler tarafından idare edildi ve ediliyor.
Son tahlilde "ben kimim?" ile "sen kimsin?" arasındaki mesafe, salt dilsel bir fark değildir. Bu, iki farklı varoluş tarzının, iki farklı toplumsal organizasyon biçiminin aralığıdır. Birinci soru, özerk özneyi, sorgulayan bireyi, felsefi düşünceyi mümkün kılar. İkinci soru ise heteronom yapıyı, kolektif denetimi, statü hiyerarşisini yeniden üretir. Türkiye'de felsefe, edebiyat ve sanatın küçümsenmesi, bu ikinci paradigmanın tahakkümünün bir sonucudur. Düşünmek, burada bir tehdit olarak algılanır çünkü düşünen birey, kolektif belirlenimlerin dışına çıkabilir, "sen kimsin?" sorusuna muhatap kalmayı reddedebilir ve en tehlikelisi: "Ben kimim?" diye sormaya başlayabilir. İşte bu soru, toplumsal kontrol mekanizmalarının en çok korktuğu sorudur. Çünkü bu soruyu sorabilen bir insan, artık başkalarının tanımlarına sığmaz; kendi dünyasını kurmaya, kendi sınırlarını çizmeye, kendi hikayesini yazmaya başlar. Ve bana göre bir toplumun özgürleşmesi tam da bu sorudan geçer...


YORUMLAR