EDEBİYATIN MİNE MUTLU'SU
21 Eylül 2013, 15.12 A- A+EDEBİYATIN MİNE MUTLU’SU
Yaşamamız için elinden geleni yapan biriydi babam. Belki fazla lüksümüz yoktu ama eksiğimizin olduğu da söylenemezdi. İşine gider ondan zevk alıyormuş gibi davranırdı. Yavaş yavaş gözümüzün önünde yaşlanıyordu. Önce kulaklarına düşen saçları ağardı, sonra da bir zamanlar aslan yelesini andıran ama şimdilerde yerçekimine meydan okumaya çalışır gibi tel tel olmuş üst tarafı. Sabahları banyoya girer, kimin için olduğu meçhul, dakikalarca seyrelen saçlarını bir biçime sokmaya çalışırdı. Oysa güzel görünmesi gereken kimse yoktu hayatında. Bir süre sonra yüzünün de kırışmış olduğunu fark ettim. Ama o şikâyetçi değildi. Bütün bunları görev olarak değil, isteyerek yapıyordu sanki. Bir gün bile sizin için ne fedakârlıklar yaptım diye bir cümle çıkmadı ağzından. Bize hiç bağırmadı. Tek istediği yemekleri birlikte yememizdi. Bir de pazar sabahları birlikte kahvaltı yapmamız.
Annem uzun yıllar önce ölmüştü. Neden öldüğünü hatırlamıyorum ama çok acı çekmişti. Gözümüzün önünde eriyip gitmişti zavallı kadın. O babam kadar sessiz biri değildi. Hep bağırırdı. Babama vurduğunu bile görmüştüm. Hatta bir keresinde fırlattığı kül tablası içindeki izmaritlerle birlikte zavallı adamın kafasını milimle sıyırıp yetmişli yılların modasına uygun özenle boyadığımız çiğ turuncu duvarda patlamıştı.
Babamın arkadaşı yoktu. İşten eve evden işe giden biriydi ama öyle sıradan bir insan değildi. Pısırık hiç değil. Sebepsiz yere durduran trafik polislerine hesap soracak kadar cesur, pazar sabahları telefon açanların suratlarına telefonu kapatacak kadar da kabaydı. Tek istediği ailesinin yanında olmasıydı. Hayatını bize adamıştı besbelli.
Ablam iyi günlerin alışkanlığıyla Ankara’nın kalburüstü kolejlerinden birine giderken ben pek de parlak bir öğrenci olmadığım için devlet lisesiyle idare etmek zorunda kalıyordum. İlk beşte olmasa da basket takımında oynuyor, sarı saçlarım ve düzgün fiziğimle kızları peşimden koşturduğumu sanıyordum. Ablam dönemin modası namuslu takılıyor, eline erkek elinin değmesine izin vermiyordu. Bu babama hem gurur veriyor- ki laf arasında böyle olduğunu sıkça belli ediyordu- hem de kızının yalnız kalmasından dolayı içten içe tuhaf bir burukluk duyuyordu. Yaramaz değildim, serseri hiç değil. Ama tuhaf bir yanım vardı, beni diğerlerinden farklı kılan tuhaf bir karakterim. Olmayan şeyleri ya da olmasını arzuladığım şeyleri olmuş gibi gösterme sevdamın başıma bir iş açacağını kestirmek pek de zor değildi.
Bilmem kaç yıldır boyanmadığı için İnönü devrinden kalan boyası payır payır dökülen okulda o gün farklı bir hareketlilik vardı. Yeni edebiyat hocası gelmiş, hem bizim sınıfa girecekmiş. Genç denecek yaşta annesinin acısına dayanamayıp, beyin kanamasından ölen İnci hocanın acısını kalbimize gömüp, yeni gelen edebiyat hocasını beklemeye başladık. Ce Ce’li cala culalı’ların devrinde değildik, ama yine de edebiyat dersleri divan şairlerinin kasidelerinin boğukluğu içinde geçiyor, aman ders bitse de ter ve küf kokan beden salonuna kendimizi atsak diye dakikaları sayıyorduk.
Kapıda 1.70’in üzerinde geniş omuzlu, hafiften tombul dudaklı bir lise öğrencisine göre orta yaşlı sayılacak bir kadın belirdi. Gözünde yeni okul, yeni sınıf, yeni öğrenciler korkusu yoktu. Yüzünde hiçbir şey yoktu. Gri bir maske takmış gibiydi. İfadesiz suratıyla ve bütün haşmetiyle gelip masasına oturdu. Kendini zorlarcasına gülümsedikten sonra merhaba dedi, ben Hayrünisa, Hayrünisa Yirmisekizoğlu. Yeni edebiyat öğretmeniniz. Coğrafya derslerine giren müdürün azizliğine uğrayıp kendimi ön sıralardan birinde bulmuştum. Kadınlar için pek de alışık olmadığım irilikteki kadınla gözgöze geldiğimizde aslında görünmek istediği kadar çirkin olmadığını fark ettim. Aramızdaki bir buçuk metreyi aştıktan sonra burun deliklerime kadar ulaşan koku beni kendimden geçirmeye yetmişti. Bu koku kadının özel bir hayatı olabileceğini göstermişti sanki. Oysa öğretmenlerin derslerden çıktıktan sonra tek göz evlerine kapanıp bir sonraki derse kadar tabutlarına gizlendiklerini düşünür bundan da tuhaf bir haz alırdım. Bu öyle bir kadın değildi. Etli, kanlı, canlı hatta bıngıl bıngıldı. Gölbaşı sinemasında izlediğim nasılsa benim olamaz diyerek iç geçirmeyi bile kendime yasakladığım Mine Mutlu’dan aşağı kalır bir yanı yoktu. Başarısızlıklarla geçen bir dönemin ardından, okulun dedikodu kaynağı yüzü sivilcelerle dolu Yadigâr’dan kadının kocasının öldüğünü ve sekiz yaşında bir oğlu olduğunu öğrendim. Edebiyat notum ilk sömestr’de iki gelmişti. İkilik bir şey bile yapmamıştım ama herhalde Edebiyatın Mine Mutlu’sunun yüreği bana bir vermeye kıyamamıştı. İkinci dönem düzeltirim diye bir kaygım olmadığından, nasılsa bütünlemeler var, bir şey yapıp geçerim diye kendimi kahvelere atıp dört top bilardo oynayarak geçirdim bütün sömestre tatilini.
İftar masasının tam ortasına konuşlanmış iğreti Pepsi şişesi gibi tam gözünün önünde olmama rağmen bana bir tek kere bile bakmamıştı. Ben de ona bu kadar yakın olmaya alışmış olacağım artık ne kokusunu ne de eteğinin yırtmacından görünen tombul bacaklarını önemsiyordum. Belki de delikanlı tarafım ağır basmış, Mine Mutlu’ya olan - nasılsa benim olmaz - tavrımı ona karşı da sergilemeye çalışıyordum. Bu arada derslerin ucu tutulamayacak kadar kaçmış, milli savunma dersine gelen albay bile biraz daha çalışsana oğlum demek zorunda kalmıştı.
Artık iyiden iyiye hormonlarımın damarlarımda dolaştığını hissediyordum. Nedense okula bir bacılık kavramı yerleşmişti. Sanki sınıfta yanımda oturan kız teyzesinin oğluyla evlenmek zorundaymış gibi ona ağabeylik yapmaya başlamıştım. Bizim anamız babamız aynı değil, elini tutsam, öpsem ne olur, yasak değil ya demek geldi birkaç kere içimden ama genel teamüle aykırı olacağı için onunla sadece okul çıkışları mantıcıda rakı içmekle yetinmeye başladım.
Bu sırada babamda değişiklikler olmaya başlamıştı. Üstüne başına daha fazla dikkat ediyordu. Bir de kendine Brüt koku almıştı. Buna anlam veremedim ama pek de üstünde durmadım.
Neyse ki, edebiyat derslerinden sonra beden dersini koymayı akıl eden müdür, derslerde azan hormonlarımı parkesi kalkık beden salonunda derisi patlamış basketbol topuyla sindirmemi sağlıyordu. Hava güzeldi, pencereler sonuna kadar açılmış, tebeşir ve ter kokusu açık pencerelerden dışarı adeta kaçarcasına çıkıyordu. Sınıfı kaplayan bahar kokusuna edebiyatın mine mutlusunun kokusu karıştı. Bu kez suratı asık değildi. Dudaklarında, o tombul dudaklarında bir gülümseme vardı. Gözleri de ışıl ışıl yanıyordu. Masasına uğramadan yanıma geldi ve dersten sonra beni gör dedi. Sonra sınıf bahar kokusuna, akasya ağaçlarının kar yağmış gibi görüntüsüne rağmen bir kez daha sıkıcı kasidelere, Namık Kemal’in Magosa zindanlarında çektiği işkencelerine gömüldü.
Zil çalar çalmaz yerimden fırladım. Her zamanki gibi beden dersinden önce meyveli Yedigünümü ve kaşarlı tostumu kapıp beden salonuna gidecektim ki, o güne dek tatmadığım kadar yumuşak bir el omzuma dokundu. İçim ürperdi. Edebiyatın Mine Mutlu’su arkamda durmuş, elini omzuma koymuştu. Benimle gel dedi. Sesinde zorlayıcı bir ifade yoktu. Yanyana yürümeye başladık. Müdürün odasını geçtik, öğretmenler odasının kapısından içeri girdik. Otur dedi oturdum. Karşımdaki sandalyeye geçip oturdu. Okula ilk geldiği günkü eteğini giymişti. Yırtmacının altından astarı görünüyordu ama benim asıl ilgimi çeken astardan fırlayan iplikler değil, bacaklarıydı. Gözlerimi kaçırmaya çalışarak, buyrun hocam dedim. Hayrola? Derslerde kötüsün dedi, ayrıca hiçbir çaban da yok. Sanki ona galip gelmiş gibi hafiften dikildim tam o da olur diyecektim ki gülümsediğini gördüm. Sana yardım edeceğim dedi. Okuldan sonra bana gel. Her Cuma koşa koşa gittiğim beden salonuna bu sefer yürüyerek gittim. Yedigünümü ve tostumu da almamıştım. Soyunma odasına girdim. Eşofmanlarımı giydim ve salona çıktım. Bizimkiler sıra olmuş koşuyordu. Ben de araya kaynayıverdim.
60’lı yılların modasına uyup annesiyle babasının Hakan adını verdikleri adaşımla okuldan sonra Kızılay’a doğru yürüyorduk. Gölbaşı sinemasında yine döneme mahsus Mine Mutlu, Feri Cansel filmlerinden biri oynuyordu. Mine mutluyu sevdiğimi farkettim. Hakan’ın babasının çekmecesinden aşırdığı filtresi kömürlü Lark’tan bir fırt çektikten sonra, gitmem lazım dedim. Biri beni bekliyor. Kim diye bile sormadı. Arkamı döndüm ve hemen yanımızda son yolcusunu bekleyen kuyruklu dolmuşa kendimi attım. Elimde bana verdiği adres vardı. Bir kez daha baktım. Emek yazıyordu. Arkasına bile dönmeden kolunu en arka sıraya kadar uzatmayı meslek hüneri haline getirmiş şoförün “Emek mi” diye soruşu bana çok tuhaf gelmişti. Bunun bir mahalle adından çok edilgenlik fiili olduğunu bunun edilgen hale gelebilmesi için de dolmuşun fazla kalabalık olduğunu söyleyecektim ki laflarım dudaklarımda bir gülümseme olarak donuverdi. Bir süre yol aldıktan sonra vitesinden şakır şukur sesler gelen külüstür araba gıcırtılar içinde durdu. Şoför Emek dedi. Başka bir zaman inşallah diye fısıldayıp, kaçarcasına dolmuştan indim. Adreste 68 yazıyordu. Zili çaldım. Kapı açıldı. Karşımda Mine Mutlu duruyordu. Ama okuldaki kadar iri değildi artık. Ayakkabılarını çıkart dedi, karnın aç mı? Biraz dedim ve salondaki kumaşı oturmaktan erimiş divanın köşesine büzüldüm. İçeri girdiğinde elinde bir tepsi, tepside dünden kaldığı belli helvelenmiş kurufasulye ve birkaç salatalık turşusu duruyordu. Ekmeğimi fasulyenin suyuna banarken aklıma geldi sordum, oğlunuz nerede? Babasında dedi, gözleri buğulanmıştı, bir süredir babasında kalıyor. Babası gibi o da bir daha hiç dönmeyecek. Son kaşığı yememe bile fırsat vermeden tabağı kaçırır gibi önümden aldı ve bundan sonra haftada birkaç gün bana geleceksin, sana derslerinde yardımcı olacağım dedi. Anlattığı, açıklamaya çalıştığı kasideler ruhumu karartıyor ama dinliyor gibi yapıyordum. Matematikte de yardım edebileceğini söyledi, ama İngilizceyi kendim halletmeliymişim.
Pazartesi günü, ilk teneffüste tuvalette sigara içerken Hakan’a ne yaptım biliyor musun dedim, Cuma günü nereye gittim? Nereye dedi. Bizimkinin evine. Kim o dedi. Edebiyatçının evindeydim. Kadın acayip bir şeymiş. Ne bu ya, dedim ve aklımın sınırlarını zorlayan bir hikayeyi anlatmaya başladım. Nasıl seviştiğimizi, sevişirken kadının nasıl ağladığını, her şeyi, sanki olmuş gibi sanki benim için sıradan bir şeymiş gibi ballandıra ballandıra anlattım. İnansın diye de telefonun yanından gizlice aşırdığım vesikalık fotoğrafını gösterip, bak bunu verdi diye uzattım.
O günden sonra okulda herkes sözde ilişkimizi öğrenmişti. Hakan’ın ulaşamadıklarına ben ulaşıyor ballandıra ballandıra o günü, o gün olmayan şeyleri anlatıyordum.
Babam eve geldiğinde yüzü asıktı. Hakan gel dedi. Gel otur şöyle. Gözlerini gözlerime dikti ve anlat bakalım dedi. Edebiyat hocanla ilişkin varmış. Var ya baba dedim, var ama pek de önemsenecek bir şey değil. Kadın azgın ben ne yapayım. Gözlerindeki ifade dondu. İyi dedi, kalktı odasına girdi.
Babam o gece eve gelmedi.
Babamın Brüt’e neden o kadar para saydığını, kadının son günlerde neden bu kadar neşeli olduğunu, babamın edebiyatın mine mutlusuyla evlenmek için belediyeden gün aldığını, o gün evden çıktıktan sonra gidip zavallı kadını öldüreceğini sonra da aynı tabancayla kafasına bir kurşun sıkacağını nereden bilebilirdim? Keşke adamı veli toplantısına hiç yollamasaydım da tanışmasalardı..
SON
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış :( Yazık ama blog sahibi senin yorumunu bekliyor olabilir