EVVEL ZAMAN İÇİNDE...
10 Temmuz 2014, 07.30 A- A+
Aklıma gelenlerden ortaya karışık, az ılıman iklimli ve henüz uçamayan güvercin edasıyla ve elbette öylesine karalamak istiyorum sayfamı. Üstelik zerre utanmadan, üç beş kelimeden bir kaç düğüm atarak kendi boğazıma...
Zordu çocukluğum, henüz öz anneme alışamadan gidince, üveyine sığındırılmıştım 4 yaşlarımda. Özetlesem kabus gibi diyerek çıkardım işin içinden ama uzatınca karabasan diyorum o bitmeyen yıllara. Şiddete eğilimim o dönemlerde başladı. Yok, benim eğilimim dayak arsızı oluşumdan. Kendimi biliyorum, oğlumun kulağını kavradığımda kızımdan uzak dur diye! Aklıma üveyden kalma arsızlığım geldiğinde ilk defa halı saha maçımı bahane etmeden gözlerim dolu dolu evi terketmiştim. Oysa iyi de tutamamıştım aslında...
Çocuktum ve üveydim. Saçım-kaşım seyrek, gür çıksın diye kazındığında. İsyan etmedim sanmayın sarışınlığıma. Aslında anlatmıştı kısa kısa ve şefkatle "otur" "zırlama" "geliyor terlik" derken saçlarımın salkım saçak ve kaşlarımın deniz kıvrımlarıyla dalga dalga olacağını, ben anlamamıştım. Düşünsenize o kadar alışmıştımki dayağa kendi gücüme kavuştuğumu hissettiğimde önce kendimi hırpaladım. Az sonrasında yanlış olduğunu anlayınca çok istedim onu balkondan atmayı, en azından üvey kısmından kurtulurum havasıyla ama henüz kanatlarıyla uçamayan kuşun çırpınışıyla, başaramadım...
Anlatması zor ama çare aramak için akılda kalmamıştı 76 dan beri darbe gören kafamda, içine edilmiş bir kimsesizlik iki yakama yapışmışken ve susmaya ayarlanmışken tüm, fakat sınırlı yeteneklerim kendimi sokakta buldum çoğu zaman. Benden korktuklarından mı, babamdan korktuklarından mı bilmiyorum. Şu askeri rütbelilerin postaları gibi arkadaşlarım vardı ev ile irtibatımı sağlayan, keşke evde uyumamak üzerede bir çare bulabilseydim minimize edilmiş aklımla. Çok sonra o postalarımın kıymetini çok iyi anladım bir tabur komutanına hem şoför hem posta olunca. Kolay değil herkesin 15 ay yaptığını yaklaşık 23 aya yayabilmek, ben bunu başardım. Tuhaf olan emre itaatsizlikten sürekli dayakla büyüyen benim, emre itaatsizliğimden ekstra askerlikle ödüllendirilmem. Ödüldü, çünkü evden uzak ama hala üveydi düşündüklerim ve üstelik o dönem en ılıman iklimimdi...
Çok uzun yıllar sonra henüz üvey annelerin de gününü atlatıp, babalar gününle hatırlamayıp ve hatırlanmayınca içime çöken burukluğu anlatmak istemiyorum size. Yazarsam en çok yalanı bu bölüme sığdırmam gerekir diye utanıyorum. Genetik olduğunu düşünmesemde evet ben utanabiliyorum hatta yaşasın kimsesizliğimle terbiye edilirken bana sunulan sabrım ve utancım diyebilecek kadar. Başlarken ortaya karışık dediğim durum sanırım bu bölümdü. Bence, ne işi var burada diyebilecek kadar...
Bilmiyorum aranızda bu üvey çocuğun babasını soran var mı, bu sırada nerede, ne yapıyor diye...?
İnanmayacaksınız ama var, üstelik öz dediklerinden. Çok şey hatırlayamıyorum kendisine dair ama herşeye rağmen çok seviyorum kesin. En çok aklımda olan sahnelerin ikisinde "güzel bir tokat" ve bir "elektrik kesintisi" var. Tokatı biliyorsunuzdur anlatmama gerek yok ama elektrik kesintisi bana bile manidar geldi ne alaka diye. Babamın babalığını tokattan epey sonra hatırladığı bir gün, galiba 14-15 yaşlarımda elimden tutup "Ferhan Şensoy'un, İçinden Tramvay Geçen Şarkı" oyununa götürdüğü gündü. Hala anlamadığım Hitler dönemini anlatan oyunun, başlarıydı sanırım. Elektrik kesilmişti, dışarı çıkmıştık ne zaman geleceği bilinmediğinden, sanki jeneratör kavramıda henüz yerleşmemişti dünyamıza. Veya teknik olarak tiyatro kültürüne ters düşeceğinden kullanılmıyordu. Doğrusu bunun cevabını genel olarak tekel tüketicisi olduğum kadar iyi bir kültür tüketicisi olmadığımdan bilmiyorum. Şimdi düşündüğümde, jeneratör sesini ve Hitler dönemini üst üste yerleştirebilsek belki oyunda kullanılan müzik-şarkılardan daha şık dururdu gibi geldi bana...!
Neyse, babamla meşhur bir pastanede almıştık soluğu o günden tek hatırladığım güzellikte orada yediğim "revani" ve hala şükredebiliyorum bunu tadabildiğim o gün için elektriğin yokluğuna. Ve galiba o gün, Yılmaz Erdoğan'ın Sevebilme İhtimali şiirinde dediği gibi;
"Çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun,
Ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk,
Ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum.
Çünkü sonunda annem oluyordum, babam kokuyordum sonunda,
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam"
Bu sunum;
Öz'dür..
Haykırıştır..
Gözyaşıdır..
YORUMLAR
Bir önceki yazınızı da şu anda okudum. Kaçırdığım, bakamadığımda geriye dönüp okuduğum gibi. Okurken bana yaşattığınız, sizin yaşadığınızın yanında aciz kalıyor ama yine de canımı yaktı okuduklarım. Dilimde varmıyor ki ne güzel ifade etmişsiniz can kırıklarınızı demeye :(
Hayat karanlık koridorlarsa eğer, iz sürenler için yollarına serpiştirilen ışıklar mutlaka var. Ve her sonda yeni bir koridor başlangıcına getiriyorsa bizi yaşanmışlıklar; acılar, savrulmalar, yönelişler, bazen iç çekişler… hiçliğe kadar… hiçliğe kadar...
Kendi kitabımızı okumak ve kendimizi bilmek için daha öğrenecek çok şeyimiz var.
üvey olmanın tadını bilen ben... gözyaşlarımı tutamadan okudum yazınızı yüreğinize sağlık..
..
"Çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun,
Ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk,
Ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum.
Çünkü sonunda annem oluyordum, babam kokuyordum sonunda,
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam"..
Elinize sağlık.