Aynı Gökyüzüne Bakanlar / Bakmayanlar
21 Haziran 2025, 01.54 A- A+
Hoş geldiniz...
Kısaltılabilir belki, ama yüreğimden taşan kelimeleri durduramadım. Bu, yazmaya direnemediğim anların hikâyesi.
Yanınızda bir kahve olsun, fonda usulca akan bir müzik—çünkü bu satırlar sessizlikle değil, hissederek okunmalı.
Kısaltılamayan Duyguların Başlangıcı
Gecenin geç saatlerinde, İstanbul’un denize bakan arka sokaklarında yürüyen genç, cebindeki eski pusulayı avuçladı. Bu pusula, doğduğu günden beri bir tek yönü gösteriyordu—ama kuzeyi değil, huzuru.
Boğaz’dan yükselen tuzlu rüzgâr saçlarını dağıtırken, pusulanın iğnesi bir kez daha titreyerek aynı noktaya döndü. O an anladı: ne bir yalı, ne de gizli bir geçit... Bu pusula, yön değil, hayatına eksik olan parçayı işaret ediyordu. Kendini.
Adımlarını yankılayan taş sokaklar kadar eski bir yük taşıyordu içinde. Herkes onu dışarıdan kararlı, sessiz biri sanardı. Ama o her gece aynı pusulayla aynı yöne yürürken aslında kendini arıyordu—çocukluğunda bıraktığı bir hayali, konuşulmamış bir korkuyu, ya da belki hiç sahip olmadığı bir aidiyet duygusunu.
Pusula elinde değil, yüreğinin tam ortasında sarsılmaz bir dürtüydü. "Oraya git," diyordu ona, "henüz kimsenin bakmadığı yere." Çünkü belki de asıl keşif, bir adres bulmak değil, içindeki soruları ilk kez dürüstçe duymaktı.
Bir Gün Daha, Aynı Yön
Genç, zarifçe katlanmış bir defter buldu bankın altında. Sayfaları sararmış, köşeleri yıpranmıştı; sanki yıllar boyunca rüzgârla, umutla ve biraz da bekleyişle dövülmüş gibiydi. İlk sayfasında tarih yoktu—ama isim vardı: sadece "Sen" diyordu.
Bugün seni düşünmeden geçen ilk günüm olmadı. Her sabah pusulanın hâlâ aynı yönü gösterdiğini hayal ettim. Belki bir gün sen de onun gibi kararlı olursun ve beni bulursun…
İstanbul’un kenar semtlerinden birinde, Boğaz’a bakan bir bankta, bekledim. Ne ellerimde bir harita vardı ne kalbimde kesin bir cevap. Ama içimde bir hissi hep sakladım: Eğer gerçekten seni bulmak istiyorsan, önce kendini tanıman gerektiğini biliyordum.
Sayfalar ilerledikçe genç, kendi iç sesini o kelimelerde buldu. Onun yıllardır taşıdığı duygular, satırlarda karşılığını bulmuştu—ve artık pusulanın gösterdiği yerin bir kişi değil, bir bağ olduğunu anlıyordu. Zamana yenik düşmeyen bir bekleyişin kanıtıydı bu günlük.
Gencin parmakları, günlüğün sayfaları arasında dolaşırken her satırda biraz daha kendine yaklaştı. Kelimeler artık başkasına yazılmış değil, sanki kendi içinden kopup gelen itiraflar gibiydi. Ve işte o an, fark etti: bekleyiş sadece birinin onu bulmasını istemek değil, yeniden bir şeye inanma cesaretiydi.
Bir Pusulanın Göstermediği Yer
Son sayfaya geldiğinde, şu cümle karşılıyordu onu:
"Belki de bazı insanlar birbirini bulmak için değil, aynı umudu büyütmek için aynı gökyüzüne bakarlar."
Gencin dudaklarından belli belirsiz bir tebessüm süzüldü. Kalbinde artık bir adres yoktu ama bir pusula vardı hâlâ—ve o pusula, sadece sevgiye değil, yeniden başlamaya olan inancı gösteriyordu. Boğaz’ın kıyısında, rüzgârla birlikte uçuşan umut, gecenin içinde yeni bir hikâyeye açılıyordu.
Günlüğün son sayfasının hemen altına, titreyen kalemiyle bir satır yazdı:
“Belki de aynı gökyüzüne bakmak yetmez, bazen biri ilk adımı atmalı—ben hazırım.”
O an İstanbul’un geceye bakan kıyısında, bir mektup gibi duran şehre doğru umutla yürüdü. Hikâye bitmedi, sadece yeni bir duyguyla devam etmeye başladı.
Genç, günlüğe bıraktığı o tek satırdan sonra gözlerini uzaklarda, denize nazır çay bahçesine çevirdi. Kırmızı masa örtüsü, hafifçe rüzgârla dalgalanıyordu. Oradaydı. Yılların sessiz bekleyeni, hâlâ aynı saflıkla, aynı sessizlikle bekliyordu.
Göz göze geldiklerinde zaman yavaşladı. Ne kelimeler vardı dudaklarında, ne de sorular. Sadece yürüdü—onun yanına, usulca.
Sessizce oturdu karşısına. Sonra, bir gülümsemeyle uzattı günlüğün sayfasını:
"Belki de aynı gökyüzüne bakmak yetmez…"
Cevap bir tebessümle geldi:
"Ama bazen yeter. Çünkü sonunda buradasın."
Ve çaydan yükselen buhar arasında, bekleyişin yerini paylaşılmış bir huzur aldı. Mutlu son denilen şey belki büyük sözler değil, birlikte susabilmekti. Onlar da sustular. Ama içlerinden hiç eksilmeyen o umutla.
Epilog
Birlikte oturdukları bankta yıllar sonra hâlâ aynı kırmızı masa örtüsü dalgalanıyordu. Günlük artık onların ortak anı defteri olmuştu; arada sırada bir satır daha ekliyorlardı—çoğu zaman tarihsiz, bazen de sadece bir kelime: “bugün.”
O pusula mı? Artık çalışmıyordu. Ama kimse önemsemiyordu, çünkü yönlerini çoktan bulmuşlardı. Ve her şeyin başladığı o satır, şimdi duvarda çerçeveliydi:
“Belki de aynı gökyüzüne bakmak yetmez, bazen biri ilk adımı atmalı—ben hazırım.”
Ve onlar, gerçekten hazırdılar—yarına, birlikte susmaya, birlikte gülümsemeye.
Devam
Günlüğün sonuna yazdığı o satırdan sonra genç, çay bahçesine doğru yürürken içindeki umutla birlikte bir tedirginlik de büyüyordu. Çünkü bazı sevgiler sadece iki kişi arasında yaşanmazdı; bazen üçüncü bir göz, dördüncü bir dil, beşinci bir bakış her şeyi gölgelerdi.
O kırmızı masa örtüsünün ardında onu bekleyen kişiyle göz göze geldiğinde, bir anlığına zaman durdu. Ama hemen ardından, çevreden yükselen fısıltılar, geçmişten gelen dedikodular, “o çocuk şöyleymiş” diyen sesler yeniden kulaklarında çınladı.
Günlükte yazan o satırlar şimdi daha da anlamlıydı:
“Bazı sevgiler vardır, sessiz çığlık gibidir. Ne duyan olur ne de anlayan…”
Onlarınki de öyleydi. Birbirlerine ulaşmak için sadece yolları değil, insanların önyargılarını da aşmaları gerekiyordu. Ama bu kez farklıydı. Genç, artık susmamaya kararlıydı. O çığlığı bastırmak yerine, onunla birlikte konuşacaktı.
Ve belki de en büyük devrim, sevdiğini herkesin önünde sevebilmekti.
Kırılma
Günlüğün son satırları umutla yazılmıştı ama kadın o satırları hiç okumadı. Ya da okudu—ama duymak istemediği bir sesi bastırır gibi, içinden gelen yankıyı susturdu.
Çevresinden gelen sözler, “O sana göre değil”, “Daha iyilerini hak ediyorsun”, “O çocuk hâlâ aynı yerinde sayıyor” gibi cümleler, zamanla onun kalbinde bir perde gibi gerildi. Ve o perde, sevdiği adamı artık net görememesine neden oldu.
Yine de onu tamamen silmedi. Onu hayatında tuttu—ama bir ihtimal olarak, bir “güvenli liman” gibi. Arada bir mesaj attı, bazen bir tebessümle yokladı. Ama kalbinde başka ihtimalleri tarttı. Yeni insanlarla tanıştı, başka hikâyelere göz kırptı.
Erkek ise hâlâ o kırmızı masa örtüsünün başında, o günlüğün son satırında kalmıştı. Kadının gözlerinde hâlâ bir yerinin olduğunu sanıyor, ama o yerin artık bir “bekleme odası” olduğunu bilmiyordu.
Yüzleşme
Bir akşamüstü, Boğaz yine o bildik sessizliğiyle dalgalanırken, genç adam elindeki günlüğü son kez çevirdi. Sayfalar hâlâ kadının elinden çıkmış gibi kokuyordu ama içeriği artık yabancıydı. Aralara sızmış eksik kelimeler, unutulmuş bakışlar ve hiç yazılmamış satırlar…
Gözlerini kapattığında geçmişin tüm anları bir sinema şeridi gibi aktı: onun sesindeki tereddüt, gülüşündeki mesafe, varlığıyla yokluğu arasındaki o ince ip.
Ve anladı—kadın onu hiç tam olarak sevmedi. Yalnızca mümkünlük ihtimaliyle avuttu kendini; onu bir “ne olur ne olmaz” duygusuna hapsetti.
Ama asıl zincir, adamın kendi içindeydi. Kendi değerini hep o masanın karşısındaki bakışta aramıştı.
Ve şimdi kalktı.
Banktan değil—kendi içinden kalktı.
Günlüğü kapatıp cebine koymadı; o an rüzgâra bıraktı. Çünkü bazı hikâyeler kapanmaz, dağılır. Ve dağılırken özgür bırakır.
Yolun kıyısında durdu, derin bir nefes aldı ve ilk kez pusulasız yürümeye başladı. Artık yön değil, yürümek önemliydi. Çünkü kalbinde o sessiz cümle belirmişti:
"Ben bir seçeneğim değil, kendimim."
Geç Kalınmış Satır
Yıllar geçmişti. O kırmızı masa örtüsü solmuş, çay bahçesi değişmişti. Kadın, bir sabah o eski defteri buldu kitaplarının arasında. Tozunu silerken, yıllar önce okumamayı seçtiği o sayfaları ilk kez baştan sona okudu. Ve ilk kez anladı.
Her satırda kendi kalbinden sakladığı bir duyguyla yüzleşti. Adamın yazdığı o son cümle, artık gözlerinin içine kazılıyordu:
“Ben bir seçeneğim değil, kendimim.”
Birden, geçmişte hafife aldığı tüm anlar karşına çıkmış gibiydi: onun gözlerinin içindeki sessiz sadakat, hiçbir karşılık beklemeden verdiği emekler, her "belki"nin ardına gizlenen sonsuz "evet"ler.
Telefonu eline aldı. Ama arayacak bir numara yoktu. Çünkü adam çoktan gitmişti. Ne bir iz bırakmıştı ne de arkasına bakmıştı. Belki başka bir şehirdeydi artık; belki kendine bambaşka bir hayat inşa etmişti, içinde hiçbir ihtimal barındırmayan.
Kadın denize baktı. Rüzgârla savrulan yaprak gibi bir “keşke” takıldı dudaklarına. Ama bu hikâyede, bazı cümleler söylenmeden bitiyordu.
Ve o an anladı: Bazı insanlar, bizi bekleyecek kadar sevebilir... ama biz geç kalırsak, onları susturacak kadar incitebiliriz.
Uzaklaşan Adımlar
Kadın, içten içe yavaşça anladı geçmişteki duygularını nasıl bastırdığını… ama zaman kendine dönmezdi. Erkek artık onu beklemiyordu; onu tamamlayacak biri değil, tamamlanmış biri olmayı öğrenmişti.
O sabah bir tren garında gözlerini uzak bir noktaya dikmişti. Elinde artık ne pusula vardı ne de bir hedef. Ama yüzünde ilk defa kendine ait bir huzur taşıyordu. Hikâyesini bir başkasının kelimeleriyle değil, kendi sessizliğiyle yeniden yazmaya karar verdi.
Kadının ismini belki unutmamıştı ama artık onun ismine ihtiyacı yoktu. Çünkü kendi adını ilk kez net bir şekilde telaffuz etmeyi öğrenmişti: korkusuzca, kimseye yaranmak zorunda olmadan.
Tren hareket etti. Camdan dışarı baktı ve içinden sadece şu cümle geçti:
“Sevginin hakkını vermeyen hikâyelerde artık figüran olmam.”
Ve böylece o, mutlu sonla değil, kendi yolunu seçerek ayrıldı sahneden. Belki biraz eksikti ama hiç olmadığı kadar gerçekti.
Yeniden Başlayan Yol
Tren onu Ege kıyısında küçük bir kasabaya bıraktığında, cebinde ne bir harita ne de bir beklenti vardı. İlk defa kendisini birinin hikâyesinde değil, sadece kendi cümlelerinde bulmak istiyordu. Sabahları deniz kokusuyla uyanıyor, sokak aralarında tanımadığı insanların gülümsemeleriyle tanışıyordu.
Her gün eski defterlere yeni satırlar yazmaya başladı—bu defa kimseye değil, yalnızca kendisine:
“Bugün biraz daha kendimim.”
“Eksik ama huzurluyum.”
“Kırılmışım, ama yeniden şekilleniyorum.”
Küçük bir kitapçıda işe başladı. Sessizliği kitaplarla, suskunluğu melodilerle tamamlıyordu. Bazı akşamlar, denize karşı oturup pusulasını çıkarıyor, artık yön göstermeyen iğnesine bakıp gülümsüyordu. Çünkü artık yön değil, yolun kendisi önemliydi.
Bir zamanlar başkasında aradığı sevgiyi şimdi kendi varlığında inşa ediyordu. Ve belki bir gün, bu yeni hayatın bir köşesinde bir bakışa rastlayacaktı—bu defa koşulsuz, bu defa “yedek” değil, “eşit” hissedeceği biriyle.
Ama o güne kadar, her sabah bir satır daha ekliyordu kendi günlüğüne:
“Şimdi benim zamanım. Bu defa gerçekten ben olmak için.”
Son Satır: Gölgeyle Barışmak
Adam, Ege kıyısında bir sabah yürüyüşüne çıktı. Güneş arkadan doğarken, yerde yürüyen siluetine göz takıldı. Bir zamanlar hep başkalarının gölgesinde yürümüş, kendi gölgesinden bile utanmıştı. Ama artık fark ediyordu: gölge, ışığın reddettiği değil, onun varlığına tanıklık edendi.
Ve o an anladı ki:
Hayat, ışığa kavuşma mücadelesi değil; gölgenle el sıkışma cesaretidir.
Kendisini sevilmemeye karşı değil, kendi varlığına karşı konumlandırdı. Aşka sığınmadan da yürünebileceğini, hatta yalnız yürüyüşlerin en kalabalık hakikati barındırdığını kavradı.
Gölgesinin hizasında ilerledi—ne önünde, ne arkasında. Ve içinden şu cümle geçti:
“Bazı insanlar seni sevmez, çünkü sen olduğun gibisin. Ama asıl mesele, senin de artık o kişi olmayı sevmeye başlaman.”
Her zaman mutlu son olmaması belki de yeni başlangıçtır... Kim bilir?..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış :( Yazık ama blog sahibi senin yorumunu bekliyor olabilir